29 Mart 2014 Cumartesi

Ahıska köyünden - Budanofka / Kırgızistan


Ahıska Ardahan ili Posaf ilçemizin küzey doğusunda misaki milli sınırlarımızın dışında Gürcistan toprakları içerisinde soydaşlarımızın yaşadığı şirin bir yermiş, Stalin döneminde bir sabah evlerinden yurtlarından çıkartılarak Orta Asya topraklarında bilmedikleri tanımadıkları yerlere sürülmüşler, bunlardan bir kısmıda Kırgızistan’da Bişkek ile Tokmok arasında bir yere sürülmüşler Cuma namazına bu köye gittik, yaşlı insanlarla görüştük hatıralarını anlattılar.



Ahıska Köyünde beş yıldır İmam olarak görev yapan hemşehrimiz Mehmet Polat hocadan çok memnunlar Hoca gelmezden önce hiç birşey bilmiyorduk gençlerimiz hep sarhoş ayyaştılar namaz oruç kurban hiç bir şeyden haberimiz yoktu sağ olsun hocamızdan çok istifade ettik diyorlar.


Ekmeklerini bizlerle paylaştılar 


Seksenin üzerinde Ahıskalılar sürgünde 9 - 10 yaşlarında imişler

Köyde Eski Ramazanlar


Benim çocukluğumda daha doğrusu oruç tutmaya ilk başladığımız yıllarda köyde iftar ve sahur vakitlerini ayarlayacak ne bugünkü gibi imsakiyeler, ne radyo televizyon nede saat vardı, saat sadece  rahmetli Hasan amcada vardı yeleğinin bir tarafından diğer tarafındaki cebine kadar uzanan  kalın köstekli  zincire bağlı cep saatını, meşin bir kına yerleştirerek yeleğinin cebine koyar, köstekli gümüş zincir birkaç  kat halinde sallanırdı ve bu yüzden kendisine köstekli diyorlardı. Özellikle iftar vakitlerini Hasan amcaya sorarlar yada güneşin batıp havanın biraz kararmasını beklerlerdi. İftar vaktine az bir zaman kala  evlerde sofralar hazırlanır, büyükler sofranın başında otururken biz çocuklar akşam ezanını duyabileceğimiz, Cami’ye yakın yerlerde ezanın okunmasını bekler, hoca ezana başlar başlamaz koşarak evdekilere haber verirdik. Tabi bu günki  gibi elektrik ve hoperlör teşkilatına benzer cihazlar da yoktu. İftardan sonra herkes teravih namazına hazırlanır, bugünkü Caminin yerinde 1939 depreminden sonra o günün şartları ile yapılmış oldukça yüksek ve küçücük pencereleri olan üzeri dam yapılı bir Cami vardı bu Camide sadece Cuma namazları kılınırdı, bu yüzden Teravih namazları köy odalarında  eda edilir. Ramazan dolayısı ile bilhassa Ordu tarafından gelen hocaların sohbetleri dinlenir, onlar köy odalarında en güzel şekilde misafir edilirdi.

 

       Sahur vaktine gelince kimi evlerde yaşlı büyükler yıldızlara bakar, kimisi horozun bilmem kaçıncı ötüşünde kalkar, ertesi gün bizim horoz saat gibi ötünce kalkıyoruz diye konuşurlar, kimisi de siyah iple kara ip karşıdan belli oluncaya kadar yiyilip içilir derdi, sahur yemeğine kalkamayan komşular çağırılır sabaha kalmamaları sağlanırdı. Ertesi gün köy odalarında kimisi gece yiyip içtiğinden bahseder, kimisi çok erken kalktığını yemek yedikten sonra bir türlü sabah edemediğini, kimisi de sahura kalkamadığından sabaha kaldığından bahsederdi.
 
       Eski Ramazanlarda ne yiyilip içildiğine gelince, tabiki bügünki gibi çeşit çeşit yemekler, tatlılar, Ramazan pideleri yoktu, iftarda ocakta saç altında pişmiş hamurlu çörek yada yufka ekmek, bir leğen ayranlı çorba, varsa patatesli bulgur pilavı, yada elde kesilmiş makarna v.b. sahurda ise çoğu zaman hamurlu çörek, şekerden yapılmış şerbet, yada ayran bazı önemli günlerde yufkadan yapılmış börek yapılır Allah ne verdi ise yenir içilirdi. Buna rağmen insanlar daha mutlu daha da huzurlu idi. Allah’ın verdiği nimete devlete şükrederlerdi.
 
        Elbette Eski Ramazanlara ait köyde yaşanmış birçok anılar hikayeler vardır, benim aklıma gelen şimdilik bu kadar. Sizlerin ve aile büyüklerinizin ilave edecek köyde geçmiş bir anısı ve hikayesi varsa katkılarınızı bekliyorum. Bu vesile ile Mübarek Ramazan ayınızı tebrik  sağlık ve sıhhat içerisinde nice Ramazanlara kavuşmayı, Bu Mübarek ayın tüm insanlığa huzur mutluluk ve barış getirmesini, İslam dünyasında akan kanın ve gözyaşının dinmesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

            
        Benim çocukluğumda daha doğrusu oruç tutmaya ilk başladığımız yıllarda köyde iftar ve sahur vakitlerini ayarlayacak ne bugünkü gibi imsakiyeler, ne radyo televizyon nede saat vardı, saat sadece  rahmetli Hasan amcada vardı yeleğinin bir tarafından diğer tarafındaki cebine kadar uzanan  kalın köstekli  zincire bağlı cep saatını, meşin bir kına yerleştirerek yeleğinin cebine koyar, köstekli gümüş zincir birkaç  kat halinde sallanırdı ve bu yüzden kendisine köstekli diyorlardı. Özellikle iftar vakitlerini Hasan amcaya sorarlar yada güneşin batıp havanın biraz kararmasını beklerlerdi. İftar vaktine az bir zaman kala  evlerde sofralar hazırlanır, büyükler sofranın başında otururken biz çocuklar akşam ezanını duyabileceğimiz, Cami’ye yakın yerlerde ezanın okunmasını bekler, hoca ezana başlar başlamaz koşarak evdekilere haber verirdik. Tabi bu günki  gibi elektrik ve hoperlör teşkilatına benzer cihazlar da yoktu. İftardan sonra herkes teravih namazına hazırlanır, bugünkü Caminin yerinde 1939 depreminden sonra o günün şartları ile yapılmış oldukça yüksek ve küçücük pencereleri olan üzeri dam yapılı bir Cami vardı bu Camide sadece Cuma namazları kılınırdı, bu yüzden Teravih namazları köy odalarında  eda edilir. Ramazan dolayısı ile bilhassa Ordu tarafından gelen hocaların sohbetleri dinlenir, onlar köy odalarında en güzel şekilde misafir edilirdi.
 
       Sahur vaktine gelince kimi evlerde yaşlı büyükler yıldızlara bakar, kimisi horozun bilmem kaçıncı ötüşünde kalkar, ertesi gün bizim horoz saat gibi ötünce kalkıyoruz diye konuşurlar, kimisi de siyah iple kara ip karşıdan belli oluncaya kadar yiyilip içilir derdi, sahur yemeğine kalkamayan komşular çağırılır sabaha kalmamaları sağlanırdı. Ertesi gün köy odalarında kimisi gece yiyip içtiğinden bahseder, kimisi çok erken kalktığını yemek yedikten sonra bir türlü sabah edemediğini, kimisi de sahura kalkamadığından sabaha kaldığından bahsederdi.
 
       Eski Ramazanlarda ne yiyilip içildiğine gelince, tabiki bügünki gibi çeşit çeşit yemekler, tatlılar, Ramazan pideleri yoktu, iftarda ocakta saç altında pişmiş hamurlu çörek yada yufka ekmek, bir leğen ayranlı çorba, varsa patatesli bulgur pilavı, yada elde kesilmiş makarna v.b. sahurda ise çoğu zaman hamurlu çörek, şekerden yapılmış şerbet, yada ayran bazı önemli günlerde yufkadan yapılmış börek yapılır Allah ne verdi ise yenir içilirdi. Buna rağmen insanlar daha mutlu daha da huzurlu idi. Allah’ın verdiği nimete devlete şükrederlerdi.
 
        Elbette Eski Ramazanlara ait köyde yaşanmış birçok anılar hikayeler vardır, benim aklıma gelen şimdilik bu kadar. Sizlerin ve aile büyüklerinizin ilave edecek köyde geçmiş bir anısı ve hikayesi varsa katkılarınızı bekliyorum. Bu vesile ile Mübarek Ramazan ayınızı tebrik  sağlık ve sıhhat içerisinde nice Ramazanlara kavuşmayı, Bu Mübarek ayın tüm insanlığa huzur mutluluk ve barış getirmesini, İslam dünyasında akan kanın ve gözyaşının dinmesini yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
           
 

Sebahattin DOĞAN

Köy İzlenimleri 19 Mayıs 2009


          Geçen hafta 19 Mayıs gününün tatil olmasını da fırsat bilerek  köyde dört günlük bir tatil yapma fırsatım oldu, ne yaptım bu dört gün içinde güneşli bir günün sabahında erkenden kalktım Eski mezarlık, Yeni Pınar, Taşlı tarla derken  İvizi başına vardım.


 Kuzbağı yolu üzerindeki çeşmeden bir su içtim, yeşilin bin bir tonu ile bezenmiş, sessiz bir bahar sabahında bir ara oturup, buralarda çift süren öküzleri, kara sabanı, hergi, herg öküzlerini unutmuş tarlalardan geçerek, Çiğdem tepesinin altından Fatma oğlu tamına vardım.Mança deresindeki boşu boşuna akan suyun sesini dinledim, bir ara bu tarlalarda Irgatla ekin biçen, ekin biçerken hep bir ağızdan haydiiiii diye bağıran, tarlanın biçilmesi bitince de hep bir ağızdan “ verelim Muhammede selavat Sallu ala Resulina Muhammet” diye salatu selam  getiren Öğnerciyi,  biçicileri,  bağcıları ve destecileri hatta parmaklara takılan Ellik şıkırtılarını kaluçları hatırladım.
 

          Kaynar pınardan geçerek Boztepe üstüne çıktım burada dikilen kimilerinin verici, kimilerinin yansıtıcı dediği Baz istasyonunun resimlerini çep telefonu ile çektim, 65 metre olduğu çereye zararlı olduğu tartışmalarına şahit olmuştum, yerinde izleme fırsatı buldum, Boz tepenin çeşitli yönlerinden görüntüler kaydettim, kil ocaklarını, çamaşır kili kuyularını, hatırladım. Çevre köylerden bir kişinin kil kuyularında kaldığı, bir kısmının yaralandığı günler aklıma geldi. Kağnılarla kil çeken diğer köylüleri, topak topak çamaşır yıkamak için getirdiğimiz killeri hatırladım.
 
          Bu arada İlçemiz Reşadiye’de kurulu Kil Fabrikasının sahibini muhtarın köye davet ettiğini bizim köyden de kil alması gerektiğini hatırlattığını ve bu konuda köylü ile bir toplantı yapacağını duydum. İnşallah hayırlı sonuçlar alınır.


 
          Köyümüzün duyarlı ve hayırsever insanlarının öncülük ettiği Kuzbağı yolundaki çeşme güzel olmuş, Hasanolmasına da bu tür bir çeşmenin yapılması düşünülüyor. Malzemesi gelmiş Gaçama tuzlasının oradaki dereye akan kaynak suyu bağlanmış, cep telefonu ile görüntüledim maşallah 40 lık boruya sığmıyor. Allah hayırlarını kabul etsin.
 

          Köyde azda olsa eski binalara oranla Betonarme binalar yapılıyor, bir kısım emekliler tarlaları çitle çevirmek suretiyle meyve fidanı dikmişler, meyve sebze yetiştiriyorlar, şehir hayatının özlemini çektiği Organik sebze yetiştirmenin örneklerini sergiliyorlar. Güzel adetlerimiz devam ediyor, gurbetten geleni  karşılıyorlar, gideni süt, yoğurt, yumurta, peynir gibi hediyelerle uğurluyorlar.  Kısaca köyde hayat devam ediyor. Bahsettiğim resimler sitemizde Fotoğraflar bölümünde köyümüz fotoğraflarının alt kısımlarındadır.
 
          İstanbul’da yapılacak pikniğin 31 Mayıs 2009 tarihinde köydeki pikniğin ise 4-5 Temmuz 2009 tarihlerinde yapılacağını duydum. Birlik ve beraberlik içerisinde daha nice etkinliklerde buluşmak dileği ile Allah’a emanet olun, herkese selamlar.
 
 
Sebahattin DOĞAN
 
 
Not : Yukarıda Herk, Öğnerci, Kaluç, Ellik gibi
         bazı yöresel kelimeler yazdım gençlerimiz
         anne babalarına hem okusunlar hemde
         anlamını sorsunlar.

Deli Şükrü Türküsü ve Öyküsü



Deli Şükrü türküsünün öyküsünü birde hemşehrimiz araştırmacı emekli Öğretmen Hayrettin KOYUNCU'dan dinleyelim, kendisi yöreye daha yakın birisidir.
 
D E L İ    Ş Ü K R Ü
  
       Deli Şükrü Reşadiye'nin Kızılcaören kasabasından Hacıosmanoğulları'ndan Hüseyin Efendi'nin oğludur. Babası küçük yaşta öldüğünden amcası Fettah Efendi'nin gözetiminde büyümüştür. Hamdi isminde bir erkek kardeşi vardır. Özellikle yöre zenginlerini zorlayıcı tavrı nedeniyle bir kısım halkın şikayeti üzerine Sivas Valisi Akif Reşit Paşa tarafından Gümüşhane yöresinde Angıldere'ye sürgün edilmiş, (Şikayetin Çakraz'dan Zaimoğlu tarafından yapıldığı söylenir) daha sonra Sivas cezaevine götürülmüştür.
 
       (Bazı yazılarda Deli Şükrü'nün mıntıka Müdürlüğü gibi birgörevi olduğu söyleniyorsa da buna ilişkin hiçbir kayda rastlanmamıştır.)
 
       Deli Şükrü'nün Sivas Cezaevi'nde tutuklu bulunduğu sırada Akif Reşit Paşa'ya Sivas halkı tarafından bir at armağan edilir. Ancak at çok huysuz olduğu için kimse binememektedir. Deli Şükrü'nün bu ata binebileceği Akif Reşiş Paşa'ya ulaştırılır. Reşit Paşa Deli Şükrü'yü çağırtarak atı gösterir ve binip binemeyeceğini sorar, Deli Şükrü ata binebileceğini söyler, ata biner ve uzaklaşır. Aradan bir kaç saatlık bir zaman geçer Deli Şükrü dönmez. Yanında bulunanlar Paşaya Deli Şükrü'nün kaçmış olacağını söylerler, Paşada bu düşünceye katılır, Deli Şükrü'nün yakalanması için önlem hazırlığı yaparken Deli Şükrü'de çıkagelir.
 
       Atı Paşa'nın önüne eğler "buyurun paşam sizde binebilirsiniz" der. Deli Şükrü'nün bu mertliği üzerine Paşa duygulanır ve Deli Şükrü'yü affeder.
 
       Olayın kahramanının "deli" lakabı yöredeki bazı taşkın hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Şöyleki:
 
       Deli Şükrü Mesudiye'de Lokantaya gider yoğurt ister. Yoğurt yok derler ve veremezler. Bunun üzerine Deli Şükrü Mesudiye'nin pazarı olan gün Mesudiye'ye giriş yollarını kestirir köylerden gelen yoğurtların parasını ödeyerek döktürür ve Mesudiye'ye yoğurt göndermez. Yine aynı yöntemle Mesudiye'ye bir kaç haftada Yumurta göndermez. Mesudiye'nin Ilışar Köyünde Turşu ve Peynir Küpü yapılır. Ilışar'lılar küpleri eşeklere yükleyerek satışa götürürlerdi. Deli Şükrü eşekleri durdurur küpleri indirtir bir tepeden aşağı yuvarlatır seyir edermiş. Küpçülerin parasını da ödermiş. Bu iş Ilışar'lı ların hoşuna gittiği için sık sık tekrarlatırlarmış.
 
       Deli Şükrü'nün o günün eşkiyalarından Soytarı oğlu ile de bir olayı vardır. Soytarıoğlu bölgede tanınan en azılı eşkiyalardandır.Gürcüler karısını kaçırdıkları için en çokta Gürcüleri öldürür, Cenik (Canik) yöresinde hüküm süren bir eşkiyadır.
 
       Perşembe Yaylasında birgün çakırkeyf iken Deli Şükrü Soytarıoğlu'na atıp tutuyor. Bu sözler soytarıoğlu'na ulaştırılıyor. Kısa bir süre sonra Soytarıoğlu Baydarlı, Danişment ve Konak üzerinden çetesi ile birlikte Kızılcören'e giriyor. Daha önce durumu haber alan Deli Şükrü Feselek'e kaçırılıyor.  Soytarıoğlu köyü iyice aramasına karşın Deli Şükrü'yü bulamıyor. (Bu olayı Kızılcören'li Öğretmen Kemal Çoban'ın bası İsmail Çoban'dan dinledim. O zaman Doksan yaşında idi ve banta aldım.)
 
       Deli Şükrü'nün torunları ve akrabaları Reşediye'nin Kızılcaören kasabasında oturmaktadırlar, adına uydurulan türkünün kim tarafından yakıldığı bilinmemektedir.
 
       1- Türkü söylenirken ikinci mısrağın birinci bölümünden sonra "ağla anam" veya "ağla bacım" sözleri araya konur bu yöresel bir durumdur.
 
       2- Nakarattaki "gelme emmim gelme" sözünün dayanağı Deli Şükrü'nün babası olmadığından amcasının kendisi ile ilgilenmesindendir.
 
                         TÜRKÜNÜN SÖZLERİ
 
Deli Şükrü derler namım varıdı
Mağrıpdan Maşruba şanım varıdı
Zaimoğlunda ahım varıdı
 
               Gelme emmim gelme dönmem geriye
               Beni sürdüler Angıldere'ye
 
Konaklar yaptırdım uzun çarşıya
Camlı pencereleri karşı karşıya
Haber anlatamadım Reşit Paşa'ya
 
               Gelme emmim gelme dönmem geriye
               Beni sürdüler Angıldere'ye
 
Çekir Kıratımı Nalban nallasın
Sağına Soluna Çekit sallasın
Eğer vurun ak perçemi parlasın
 
               Gelme emmim gelme dönmem geriye
               Beni sürdüler Angıldere'ye
 
Kıratımı çekin binek taşına
Elim yetişmiyor eyer kaşına
Benden selam eden Hamdi kardaşıma
 
               Gelme emmim gelme dönmem geriye
               Beni sürdüler Angıldere'ye

Köy Odası



Çocukluğumun tamamının gençliğimin ise önemli bir kısmının geçtiği köyde, Köy odası kitle ulaşım araçlarının (motorlu vasıtaların) çoğalması, Radyo Televizyon gibi eğlence araçlarının yaygınlaşması,  kısaca  gelişen teknoloji ile  tarihe karıştı.
 
          O tarihlerde Köy odasında, yaşlılar baş köşe diye tabir edilen yere, orta yaşlılar ve gençler biraz daha ortalara çocuklar ise kapıya yakın bir yere otururlardı. Gençler ve Çocuklar terbiyeyi edep erkanı burada öğrenirler. Köylüler uzun kış gecelerinde maldan, davardan bahseder alımı, satımı, yemi, samanı, beslenmesi ve bakımı ince detaylarına kadar konuşulur zaman zaman iktisadi, ticari, siyasi konulara geçilir akşamleyin havanın kızarmasına, bir metreye kadar yağan kara, müthiş ayaza ramen kavakların başında çeşitli nağmelerle öten kargalara varıncaya kadar her şeye yorum getirirler arada sırada konu ile ilgili  espriler kahkahalar devam edip giderdi.
 
          Yine o tarihlerde herkeste saat bulunmaz namaz vakitleri güneşe bakılarak kararlaştırılır. Takvim bulunmaz hangi ayda olduğumuz ayın kaçı olduğu birbirlerine sorulur bu konuda aylar ve günler hükümet hesabı bizim hesap diye hiç şaşmadan takip edilirdi.Gün dönümü, Mart Dokuzu, Mayıs Yedisi, Abrul beşi gibi günlere kaç gün kaldığı fırtınaların hangi gün olacağı söylenerek baharın gelmesi beklenirdi. Elektrik yoktu  8 numara 10 numara 15 numara gaz lambaları vardı gündüzden gazı doldurulur, fitili ayarlanır, iyi aydınlatsın diye camı odun külü ile yıkanırdı. Kara Davut’tan Nuh tufanı. Musa ve İbrahim a.s. ait kıssalar, Kesikbaş, Deli Dumrul, Hz. Ali, Battal Gazi cenkleri okunur can kulağı ile dinlenirdi.
 
          Memurlar, Ormancılar, Jandarmalar, Kasabaya gitmek isteyen ve Kasabadan dönen uzak köylüler, Çerçiciler, Tüccarlar, Dilenciler  v.b. tanıdık tanımadık bir çok misafir Köy odasında konaklar, eşyaları, binek ve yük hayvanları uygun yerlere yerleştirilir, yemekleri yatakları  köy bekçisi tarafından sıra kimde ise  getirilir en güzel şekilde ağırlanır sabahleyin gidecekleri güzergaha uğurlanırlardı.
 
           Yukarıda sadece bir kısmını anlatmaya çalıştığım Köy odası bahsettiğim gibi artık tarihe karıştı. O günleri yaşayarak iyi kötü bir çok hatıra bırakıp Ebedi aleme  göçen büyüklerimize Allah’tan rahmet diliyorum.  Değişen şartların gereği  rızkının peşinde koşarak başka yerlerde mekan tutan bizlerin de buluşma, kaynaşma ve  tanışma yeri sanal alemdeki bu Köy odası iyi bir düşünce hayırlı ve uğurlu olsun. Köy odasında buluşmak dileğiyle Güzellik, birlik, beraberlik dolu her zaman bir öncekinden mutlu bir Bayram diliyorum. Bereketi ile bolluğu ile gelsin tüm insanlık için hayırlara vesile olsun Kurban Bayramınız mübarek olsun.

Düven


Fotoğraf internet aramasından

Köylerimizde kullanılan Tarım araç ve gereçlerinin hemen hepsi teknolojiye yenik düştü. Şimdilerde bu aletler ya bir köşeye atılmış, yada şehir merkezlerinde park ve bahçelerde dekor olarak sergilenmektedir. Yeni kuşakların görmediği ve çoğunun adını bile bilmediği bu araç ve gereçlerden DÜVEN’i tanıtmaya çalışalım. Düven; hayvan koşularak, harmana yığılmış sapları kesip saman etmesi, taneyi başaktan ayırması için kullanılan  kızak şeklindeki iki enli tahtanın altına çakmak taşları yerleştirilerek yapılmış basit bir tarım aletidir.
 
           Düven genellikle iki geniş tahtadan yapılır. Alt yüzünde keskin çakmak taşları, dikine çakılır taşlar düşmesin diye kara sakızla sıkıştırılır; kızak biçiminde, ön tarafı yukarı doğru meyilli, üst kısmında ise birisi arka tarafında biriside tam eğimin bulunduğu kısımda iki adet köp adı verilen 5x5 ebadında ağaçla her iki enli tahta tutturulur, ön köpün alt kısmında tam ortadan delinerek oradan kalın bir urgan parçası ile iki öküzün arasından geçen  ve bir ucunda ağaç çivi  çakılan göndene denilen bir sırık ile boyunduruğa takılır, harman zamanı hasatın tanelerini sapından ayıran bu  araç. eskiden Şuan da Patoz dediğimiz zirai aletin yaptığı işi   yapıyordu. Genellikle iki öküz yada at tarafından çekilir üzerine ise ağırlık yapsın diye insanlar oturur, özellikle çocuklar için güzel bir oyun aracı olurdu, harmanda serili sapın üzerinde saatlerce dönülür genellikle yükü dış tarafta dönen  Öküz çekerdi. Düvenin üzerinde bir kab bulundurulur  öküzler pisleyeceği zaman bu kabın içine yapması sağlanır,  sapın üzerine yapmamalarına özen gösterilirdi, havanın sıcak gittiği günlerde iki günde, serin hele de yağışlı olduğu günlerde bir haftada saplar saman haline getirilerek harman makinası ile savrularak tanelerden ayrılmak üzere harmanda bir köşeye toplanır toplanan bu tane ve saman karışımına Tığ denirdi,
 
          Köyde iken, birinin harman serdiğini gördüğümüzde düvene binmek için  koşarak gider, düvene binerdik yediğimiz tozu bir görseniz, aklı başında olan kimse  yapmaz! ama işte çocuk aklı biz yapıyorduk. Düvenin  işi bittikten sonra, dişleri dökülmesin yada hava şartlarından dolayı bozulmasın diye bir duvara ya da bir ağaca eğim kısmı yukarıya gelecek şekilde dayayarak gelecek senelerde kullanılmak üzere saklanırdı.  
 
          Harman döneminde kullanılan yardımcı  tarım aletlerini de saymak gerekirse  serili sapı çevirmek için kullanılan Yaba ve Dirgen, dağılmış sapları toplamak için kullanılan Tırmık, (olmuş) dövülmüş harmanı toplamak için kullanılan Sıyırgı  v.b.. araç gereçler ağaçtan ve halk tarafından yapılmıştır
 
                                                                   Sebahattin DOĞAN

Koç Katımı



Bundan yaklaşık 20 sene önce Koç katımı diye bir geleneğimiz vardı maalesef oda unutulup gitti, köyde yaşayanların özellikle koyunla ilgilenmiş çobanlık yapmış herkesin hatırlaması lazım, kuzuların kışın doğup da ağılda bakımının zorluğu nedeni ile Eylül ayının ortalarında koçlar sürüden ayrılarak özel besiye alınır, Ekim ayının sonuna kadar özel olarak beslenirdi ki, Ekim ayının sonunda döllenen koyunlar baharın kuzulasın böylelikle kuzular et ve yünü  koyunlar ise topluca sütünün sağılması amacıyla denetim altına alınabilsin.
          Özellikle Arpa, fiğ destesi ve fiğ samanı ile beslenen koçlar sürüye katılmak üzere selemen pazarından alınmış, yada çalda, derekırık ve ikipınar taraflarında bulunan özel aşı taşları toplanır bir kabda ezilir, tava içerisinde acı yağ ile kavrulur elde edilen bu boya karışımı büyük bir zevkle ve büyük bir heyecanla koçun başından boynuna doğru kınalanır, evde bir heyecan bir mutluluk vardır, yemekler börekler hazırlanır, köyün yaşlıları hocası çağrılır, Cuma sabahı kuşluk vaktine doğru sürü uygun bir yere, koçlar ise gençlerin elinde önde, hoca ve yaşlılar koçların arkasında toplanır, hoca euzu besmeleyi çeker bolluk ve bereket getirmesi için dua eder cemaat da büyük bir umutla duaya eşlik edip amin derler, tekbirler ve salavatlarla kınalanıp süslenen koçlar sürüye katılırlar. İşte o andaki sevinç ve heyecanla Çoban Hamança’sını beline bağlar, gocuğu sırtında  nacağı elinde sürüyü fındıklıktan, derekırıktan göl yanına doğru sürer, dere tepe dolaşan sürü, akşamüzeri alaca karanlık çöktüğünde Çerezkırığı’na doğru çan kelek sesleri ile sallandığında, Çoban yanık yanık kavala çöker, arada sırada da arkada kalan koyunları heyleyerek ağıla doğru yaklaşır. Biz Çocuklarda elimizde arpa kabı sürünün gelmesini ve koçumuzun yemlenmesini beklerdik.
          Kasım ayının sonlarına doğru kar yağıp ağıla giren sürüden erkek toklular Koçlar ayrı bir bölümde, kuzulu koyunlar ayrı bölümde bahara kadar Çayır otu, Arpa ve fiğ samanı, zaman zaman fiğ desteleri doğranarak yemlenir sulanır, Nisan Mayıs aylarında karlar eriyip ortalık yeşerince koyunlar Yariçine doğru gütmeye götürülür, bu arada erken doğan kuzular ağılda bekletilir, güderken doğan kuzular ise özellikle kirazalanı ve boztepe üzerine çıkılarak çoban tarafından sahipleri çağrılır, yada birileri ile haber gönderilirdi, koyun sahibinin hanımı hemen tere yağı ile ekmek oğalar içirisinede yumurta kırar çobana hediye götürürdü. En yaramaz koyun anne şefkati ve iç güdüsü ile sahibinin elindeki kuzusunu takip eder eve getirilir un kepek karışımı sıcak bir içecek verilirdi.
          Köylerden büyük şehirlere göçün başlaması ve değişen hayat şartları ile bu geleneğimizde unutuldu ve yok olup gitti. En azından arada sırada bu geleneklerimizi hatırlayalım ve unutulmamasını sağlayalım.
Sebahattin DOĞAN